Bir "gölge" olarak yaşamayı tattığında, hiç'in bir anda nasıl da her olabildiğini anlayacaksın...

Monday, November 4, 2013

BİRİLERİ

bak birileri yine kapımızı dinliyor
bak birileri yine susmuş
bak birileri yine bizi inceliyor
bak birileri yine görmüş
bak birilerinin yine işi gücü yok
bak birileri yine işten çıkmış

dünya yine çok ağır, dünya pek bi' kahır
bunca insan neden yaratılır
dünya yine çok ağır, dünya pek bi' sağır
dinlemeden nasıl anlaşılır

bak birileri yine ne söylediğimizi duydu
bak birileri yine fısıldıyor
bak birilerinin yine kaşları çatıldı
bak birileri yine küstü
bak birilerinin yine sinirleri bozuldu
bak birileri yine kustu

birileri hiç olmasa
birileri hiç bakmasa
birileri de bizden uzak olsa

birileri hiç olmasa
ölmelerine gerek olmasa
dünya pek bir güzel olurdu

karanlık değil, her yerde soru işaretleri var
şimdiden hafifledi sorumluluklar
kafamdaki tüm bilmeceler, kitaplar, hesaplar
yok olsun artık tüm yapmacıklar
yansın kül olsun mutlu maskeler
bitsin karpuz gibi ahkak kesmeceler
orda farklı burda aynı şurda şöyle böyle...
dünya bile yaşanılasına üzülür oldu

Thursday, September 19, 2013

Gece Uladı Gündüzü, Gece Uludu Gündüze

Aklımın sınırlarında geziyordu o sabah. Gece boyunca karanlığın ona, yalnızlığına, sessizliğine nasıl da saygı gösterdiğini düşündü durdu. Kıyıya vurmuş, sırt üstü yatan beyaz bir balinanın göbeğine yerleştirmişti kafasını. Uzanmış, bembeyaz gökyüzünü izliyor. Yıldızlar öylesine aydınlatıyordu ki geceyi, sessizlik öylesine yırtıyordu ki karmaşayı, bir yıldızı diğer yıldıza mavi, akışkan bir düşünceyle bağlıyor, oradan bir diğerine, ve bir diğerine atlayıp duruyordu. Bir süre sonra gecenin karanlığında masmavi bir gökyüzü beliriverdi gözlerinin önünde.

Derin bir nefes kiraladı ciğerlerine. Öyle uzun süreli değil, 4-5 saniyeliğine kullanıp doğaya iade edecekti hemen. Kiralarken imzaladığı senetin üzerinde para değil, huzur ve sadakat vardı. Bana sadık kal, sana huzur vereyim dedi doğa, nefesini ona verirken. Öyle derin çekti ki o nefesi, öyle tanıdık geldi ki o sıcaklık ona, bir kadının rahminden değil de, topraktan olduğunu hissetti o anda. 5 saniye içerisinde yaşadığı tüm bu duyguların ardından nefesini geri verdiğinde doğa da sözüne sadık olduğunu gösterdi.

Nefesini iade ederken tüm nefesine bir kurt uluması eşlik etti. Hemen ardından bir tane daha... O kadar sessizdi ki herşey; kendisini nefes veriyor değil de, adeta uluyormuş gibi hissetti. Uluyan bir kurt değil, kendisiydi. Sessiz nefesiyle gecenin sessizliğini uluyarak yırttı. O kadar derin yırttı ki geceyi, gökyüzünün melankolik mavisi bile ortadan yarılıp gökkuşağının tüm renklerini aldı o anda.

Herşey o kadar 'doğa'l oldu ki o anda, ihanetin acısını hissetti o yarıkta. Belki de yarılıp giden gökyüzü değil de, içinde yaşadığı dünya ile üzerinde uzandığı toprak arasındaki çelişkiydi. Bunca fedakar, bunca sıcak, bunca karşılıksız yardımı, bunca gözü kapalı güveni arkasına alıp da tüm bunlardan kazanç sağlamaya çalışan, annesini sırtından vuran insanoğlunun ihaneti. Bir zamanlar üzerinde oyuncağını gezdiren, üzerinde çıplak ayaklarıyla gezinen insan, nasıl bir gün gelmiş de onun üzerine beton dökmeyi akıl edebilmiş düşüncesi. Hani şimdi stres atacak yer arıyorsun ya, çıplak ayakla toprağa bas derlerdi eskiler. Çıplak geldiğin dünyada çıplaklık ayıp olmuş, geldiğin toprak beton olmuş. Ne çıplak kalmış, ne ayak, ne toprak kalmış, ne hayat.

İşte bu düşünceler vardı, verdiği nefese eşlik eden kurt ulumasının ardında. Bir uluma daha, bir milyon düşünce daha, bir u daha, bir mil daha. 8 milyar insan kadar uludu o gece nefesiyle. Sabah olduğunda ciğerlerine doldurduğu milyarlarca insanı da alıp, henüz uyurlarken duşa götürdü hepsini. Hararet yapmış ciğerlerinin seviyesine ulaştığında denizin soğuk çıplaklığı, o da çırılçıplak kaldı.

Tek bir noktaya topladı ciğerlerindeki milyarlarca insanı, ıslak dudaklarına getirdi hepsini. Gece boyunca uluyarak ona masal okuyan kurtlara teşekkür etmek istiyordu. Suyun çıplaklığıyla birleştirdiği çıplaklığına ıslıklar eşlik etti. Her bir ıslıkta bir milyon insan uçtu gökyüzüne, bir ıslık, bir milyon daha, bir ıs, bir mil daha. Buydu onun dileği. Belki... Belki bir gün gelir de 8 milyar insana anlatabilecek bir dile sahip olur... Belki bir gün gelir de 8 milyar insanın dinlediği bir şarkı olur...

Masallarını iyi duyurmak için yanına kadar gelmiş olan kurtlar tekrar ormanlarına döndüler, kıyıya sırt üstü vurmuş beyaz balina uyandı, iyi bir gerinmeden sonra yüzgeçlenip denizinde özgürce uçmaya döndü. İhanetin nefreti bir yana, özgürlüğün rüzgarını hissetti kalbinde. Takıldı küçük beyaz balinanın peşine ve sonsuzluğuna doğru uçtu... Uçtu... Uçtu...

Buydu işte onun dileği...

Sunday, August 25, 2013

Bırak Beni Benliğimle

lütfen rahat bırak beni..
yitip gideyim zamanın içerisinde bir gölge gibi..
yo hayır, yanlış anlama..
elbette yaşamak istiyorum..
ama bırak beni benimle, yalnızlığım bana ilaç gibi..
evet.. sana sesleniyorum.. niye arkana bakıyorsun..
sen.. sen.. erdem..
niye rahat bırakmıyorsun beni..
ruhumun dibine kadar girip beni sömürmen niye..
bırak, 'özgür' bir 'bulut' gibi tükeneyim ölesiye..
karanlıkta bana da bir yer vardır elbet değil mi..
çık aklımdan.. kurcalama daha fazla beynimi..
yeterince ele geçirdin zaten bedenimi..
kollarımı, avuç içlerimi, bileklerimi..
akan kanım yetmedi mi doyumsuz nefretine..
taşıdığım izler yetmedi mi ha söyle..
bırak beni benimle, yalvarıyorum ölesiye..
yitip gideyim karanlığın içerisinde..
kemirme daha fazla ruhumu..
bilirim elbet bir gün olacak ama..
bir parça mutlu öleyim bari sessizliğimde..

Wednesday, July 24, 2013

Şimdi Düşünüyorum da

'Şimdi düşünüyorum da' diye düşünürken, 'şimdi' ne zaman diye düşünmeye başladı direk, ve daha hiçbir şey bile düşünmeden, daha ilk iki kelimenin etkisinde kalarak, planladığı tüm düşüneceklerinden vazgeçmişti bile. 'Şimdi' derken aslında neyi kastediyordu diye düşünmeye başladı bir anda ve daha önce hiç düşünmediği düşüncelere daldı...

Herşeyin ve herkesin kişisel olduğu bu 21.yüzyılın dünyasında 'şimdi' de kişisel olabilir miydi? Erdem! diyorlar bazen; çoğu kimse sevmiyor, bazıları da seviyor, katlanabilenler mi demeliydi yoksa. Peki ya zaman olgusu? Şimdi; herkes için, içinde bulunulan zamanı mı işaret ediyordu gerçekten? Dünyada gerçekten herkesin kabul ettiği bir gerçek var mıydı? Beklemek miydi şimdi, yoksa tüm cesaretini toplayıp yüzleşmek mi? Yine soru işaretlerinin arasında kayıp bir yolculuğa doğru çıkacağını fark edip geriye doğru bir adım attı. Adımını koyduğu yer ise boş değildi; kim bilir kaç gündür biriktirdiği bira şişelerinden birisinin üstüne bastı. Aslına bakarasan biriktirdiği de yoktu, bazen atması zor geliyor, bazen ise apartman görevlisi gelmiyordu. Ölüm için soğuk derler genelde, fakat Suskun son derece sıcak bir gece geçiriyordu fakat öte yandan bir çeşit ölüm duygusu da hissediyordu.

Ölüm sıcak olabilir miydi gerçekten? Zeus'un veya Hades'in, Tanrı'nın veya Şeytan'ın yanına gideceğine göre değişebilir miydi ki?

Suskun, oturduğu koltukta öylece düşünürken tüm bu düşüncelerin nereden geldiğini düşünmeye başladı. Arada sırada yapardı bunu, çünkü bazen öyle yerlere gidiverirdi ki, oraya nereden geldiğini bulma ihtiyacı hissederdi beyni. Çok zeki olduğundan falan değil, çok düşündüğünden... Çok düşünmek illa ki çok zeki olmayı gerektirmez ne de olsa; gün gelir düşündüğün hiçbir şey en ufak bir mantık belirtisi göstermez, gün gelir düşündüğün en ufacık şey adamı derinlere sürükler, karanlıkla yüzleştirir, bazen de aynayla...

'Şimdi düşünüyorum da' demişti Suskun, taa içinden, en derinlerinden. O kadar derinden söyledi ki, su yüzüne çıkana kadar yanında birçok soru işaretini de beraberinde getirdi. Bir süre sonra 'şimdi', o soru işaretlerini kaldıramayıp, öncekinden çok daha derinlere doğru tekrar batışa geçti. Suskun bir daha asla 'şimdi'yi yaşayamacak, hep derinlerde bir yerlerde kendisini, çevresini ve zamanı aramayla geçirecekti vaktini. O vakitse şimdi miydi, şimdiyse kime göreydi bunu asla bilemeyecekti. Üzerine bastığı bira şişesi çoktan onun dengesini bozmuş, Suskun'u, o anda, kendi odasının ortasına serivermişti. Kafasını sert bir şekilde masaya vurduktan sonra yere yığılan Suskun, hala bir soğukluk hissedemiyordu. O anda çok da iyi bir yere gitmeyeceğini anladı; fakat sıcaklığın ölümden mi, kafasından akan kandan mı olduğunu hiçbir zaman anlayamayacaktı. Tıpkı bizim gibi... Oysa günlerden bilmembe, yılın ise en bilmem mevsimiydi... Ne de olsa mutlak doğruyu hiç kimse bulamayacaktı; ne önemi vardı ki, o günün, o mevsimin, o kanın, o sıcaklığın...

'İzin ver de aksın hayat' dedi son nefesinden bir önce; 'ilk kez kendi istediği gibi' ise son nefesine yoldaş oldu.

Wednesday, May 22, 2013

Ama Sen Yoksun


bekledim sessizce seni
umuda dönüktü gözlerim
attım dalgalara kalbimi
boğuştu kalbimle denizim

koştum rüzgara doğru
bir maceraydı hayatım
gittiğim uzun bir yoldu
çok yordu beni ayaklarım


oturdum ağacın dibine
yapraklar düşüyorlar yere
sonbahar geldi çattı
ama sen, sen yoksun yine


martılar terketti şehri


ama sen yoksun
gözlerime sordum
aaah gelmiyorsun
kalbim senden yoksun

atmıyor, bu hayatı yaşatmıyor

Saturday, May 4, 2013

Dünya, Tek Bir Yüzle Yaşamak Için Oldukça Zor Bir Yer

Öyle bir hissin içindeydi ki; yıllar boyunca konuştuklarının arasından tek tek seçerek, söyleyemediklerini toplayabilecek gibi hissediyordu kendini. Artık çoğu şeyi (hiçbir zaman herşeyi olamayacak zaten) anlayabildiğini düşünüyordu. Kim bilir? Belki de bir yanılgıdan ibaretti; önemi var mıydı?

Her zamanki gibi yine sabah kalkmış ve siyah beyaz küçücük kareciklerle donatılmış kupasıyla kahvesini almış, dört kişilik bir kül tablasının, hesaplı olsun diye, yalnızca tek kişiliğini kullanıyordu. Biliyordu ki içinde birçok 'o' vardı aslında. Artık bunu biliyordu. Bunu anlayabilmesi için o günün diğer günlerden farkı neydi hiç kimse bilmeyecekti; belki gece uyurken hiçbir zaman hatırlayamadığı ama bilinçaltına işleyen rüyalardan biri, belki de güneşin matlığı, ya da sokakta oynamayan çocukların korku dolu sessizlikleri... İçinde barındırdığı 4 farklı kişilikle tanışmıştı işte.

Aslında varlıklarının hep farkında olduğunu o da biliyordu, belki korkuyor, belki de utanıyordu tanışmaya. Oysa 'içine' kapanık biri olarak, içindekilerle çoktan tanışmış olması gerekiyordu. Belki de içindekilerin pek de dışına açık kişilikler olmamasından kaynaklanıyordur. Yine ve yeniden; kim bilir? Yine ve yeniden; önemi var mıydı?

O'nlar için önemi olan tek şey artık bu farkındalığı yaşamaktı, bundan sonraki süreçte birbirlerini daha iyi tanıyıp, her birisini tamamlayabilmekti. Neden yok etmeyecekti de, aksine bütünlemeye çalışacaktı ki? Cevabını, hemen arkasından sokağa baktığı camın üzerine bordo bir rujla çoktan yazılmış olarak buldu. O sorunun cevabı değildi belki ama; o an, onlar için, o yazı yalnızca o soru için yazılmıştı ve büyük bir keyifle, yeniden sokağa çıkabilecek gücü içinde toplayışını adım adım hissetti. Ne mi yazıyordu?


Wednesday, May 1, 2013

Gerçekler & Yansımalar

'Aynaya bakmak ne kadar da zor geliyor böyle... Ne olduğumu öğrenene kadar, nasıl olduğumu unutmak üzereymişim meğer.'

Aynayla mı yoksa kendisiyle mi hesaplaştığını o da bilmiyordu aslında. Böyle bir sorgunun önemini ise hiç kimse hiçbir zaman bilemeyecek. Ayna dediğin kendinin yansımasıdır derler genelde; peki ya ayna da birşeyin yansımasıysa?

Bokovski, aynadan kendisini izleyen biri olduğunu düşündü o an. Öyle birşeydi ki; yalnızca o aynaya baktığında izlenildiğini görüyordu. Bu kadar mı yabancılaşmıştı gerçekten kendisine? Ve bu kadar kolay mı yabancılaşmıştı gerçekten kendisine?

Peki ya söyleyip durduğun şu 'gerçekten' kelimesine ne demeli Bokovski? Bu yazının konusu 'yansımalar' olduğu halde, neyin gerçekliğinden bahsediyorsun? Herkes, parçası olmaya çalıştığı herhangi bir şeyin yansıması olmaya çalışıyorsa, o halde parçası olunan şeyler değil midir gerçek olanlar, diye sorar Popoviç, fakat aldığı yanıt karşısında ve aynı anda aynanın da karşısında donar kalır.

Gözlerini kapattığında göremeyeceğin şeyler, aslında yine gerçek olmayacak olan şeylerdir ne de olsa, ta ki gördüklerinin ne kadar gerçek olduğunu 'gerçekten' bilene dek. Gelecekten anılar bile anlatabileceksin o zaman, tıpkı şu an geçmişte hiç yaşanmamışlıkları anlatabildiğin gibi. Kaybettiğin öngörünü bulacaksın 'gerçekten' bildiğinde birşeyin gerçek olduğunu.

O yüzden yalan zaten hepsi; geçmişteki hiç yaşanmamışlıklarıyla ve gelecekten anılarla.

Bırak, senin gerçeğin sende kalsın; bunun anlamı budur dostlar, dedi Çişiko. Edindiğin ve ediniyor olduğun ve edineceğin tüm herşey, sadece ama sadece senin aynandan yansır ve yine sadece ama sadece sana ulaşır. Böyle bir durumda sen ona 'gerçek' demişsin Bokovski; peki ya aynı yansıma Popoviç'te farklı bir şeyse?

Sadece kültürel gerçekler, -toplum içinde uyulması gereken, yazılı olmayan- herkes ile aynı dili kullanıyorsa, o halde neden toplumun bizzat içinde de aynı sorunlar bireysel olarak baş gösteriyor? Yoksa biz hiçbir zaman bir toplum olamadık mı aslında?

Sahi, biz ne için toplummuştuk buraya?

Sunday, April 28, 2013

Saat Yalnızca 14:03; Tıpkı 23:57 gibi

Çok hareketliydi herşey. Çok hızlı akıp geçiyordu zaman; ya da aslında kısa zamanda o kadar ama o kadar çok şey oluyordu ki, hızlı olanın zaman olduğunu sanıyordu. Değerlendirebildikten sonra öylesine yavaş ve öylesine doya doya ki aslında. O da varmıştı bunun farkına ve de keyfine.

Gözlerinin içine bakar, bakar, bakar... Öylesine bilinçli kurardı ki hayallerini, tüm detaylarını gözden geçirir, attığı her adımda etrafına bir kez daha bakar, görüş alanına giren ve oradan çıkan her yeni ayrıntıyı akıtırdı yeni görüntüye. Düşünürdü sonra; "Aslında zaman o kadar da hızlı akmıyor, farkındalığını kaybetmedikçe!" diye.

Saatine baktığında 14:03'ü gösteriyordu iki küçük uzuv. Çok esrarengiz bir önemi yoktu aslında şifresi çözülen zamanın. Sıradan bir şifreydi sadece: 14:03. Tıpkı 23:57 gibi. "Zaten 'esrarengiz' dediklerimiz, bizim tam da o ana yüklediğimiz gizemden ibaret değil midir?".

Durdu ve düşündü: Yalnızca ve yalnızca iki küçücük uzvun, tüm bir sistemi nasıl kontrol ettiğini, tüm insanlığın, bu biri diğerinden az biraz daha uzun, öte yandan daha ince olan iki çubuğun nasıl olup da kölesi olduğunu düşündü. "Zaten kölesi olunan herşey insan icadı değil midir?"

Tüm bu cevapsız sorular, belki de anlamsız çelişkiler, beynini öylesine kemirmeye başlamıştı ki; zamanın ne kadar hızlı geçtiğini anlayamamıştı bile. Çok hareketliydi herşey. Çok hızlı akıp geçiyordu zaman; ya da aslında kısa zamanda o kadar ama o kadar çok şey oluyordu ki, hızlı olanın zaman olduğunu sanıyordu. Değerlendirebildikten sonra öylesine yavaş ve öylesine doya doya ki aslında. O da varmıştı bunun farkına ve de keyfine. Fakat bu sefer değil.


Saturday, April 27, 2013

RE-JENERASYON ÇALIŞMALARI

Merhabalar Sevgili ve Saygılı Olduğunu Umduğum Okur, Düşünür ve Yazar!

Çok sanatsal bloguma restart atmaya karar vermiş bulunmaktayım, dolayısıyla bundan sonra daha çok;

- çoğu zaman beyin fırtınası

- bazen beyin sulanması

- felsefi konuşmalar

- gereksiz düşünceler (ama sesli düşünceler)

gibi fucktörlere yer vermeyi düşünüyorum! Umarım hoşuna gider. Ha gitmedi mi; dur hemen çekip gitme, sen bana lazımsın! Biricik ve yalnız ama yalnız sana ait olan o düşünceni gel paylaş, daha orjinalini yapalım. Dersen ki; fikir benim, neden sana vereyim? Ortak oluruz, hı ne dersin?

Geniş lafın darı, bundan sonra blogda, aptal saptal yazdığım şiirlerin yanı sıra, son derece ergen*, son derece gereksiz** yazılar ve tam 180 derecelik kelime oyunlarıyla karşılaşacaksın!

Bırak hayal gücün özgür kalsın, burası senin saçmalama yerin olsun.

Ne de olsa bir gölge gibi buradaki HAYAT... 

Gölgede HAYAT başka, gerisi bayat...


deepnotlar:
*ergen = İçinde bulunduğumuz 21.yüzyılın Türkiye'sinde, 'ergen' kelimesi genellikle birçok anlamda kullanılmakla birlikte, bugün daha çok 'herkesi ilgilendiren, ama kimsenin ilgilenmediği' şeyleri düşünen insanlar için kullanılmakta. Örneğin; sevgili Okan Bayülgen'in de dediği gibi "Istanbul bir nükleer çöplüktür!" diye düşünüyorsan; ve hatta bunu bir de dillendiriyorsan (muhtemelen bundan sonraki yazıda 'dilllendirmek' üzerine düşüneceğiz) işte o zaman 'ergen'sin. Başka bir örnek verecek olursak; eğer kalkıp da "Kimsenin sevgisine inanmayacaksın abi, herkes yüzüme gülüyor, arkamdan konuşuyor!" dersen, sen yine bir 'ergen'sin. Diyeceksin ki şimdi; "iyi de hocam, bunu herkes söylüyor?". İşte, bu ironiyi de sen düşün artık, ne kadar bilinçli kullanıyoruz değil mi, 'ergen' kelimesini.

**gereksiz = 'Gerek' kelime anlamıyla ihtiyacı olunan, yapılması şart olan demekle birlikte, almış olduğu '-siz' ekiyle boş yere, fazlalık anlamına gelmektedir. Peki 'gereksiz' olan şeyler neler günümüzde: Örneğin eğer şöyle dersen; "Abi bugün dolmuşa bindim, mağlum, öğrenci fiyatı 1,5TL, şoföre de "öğrenci" diyerek 2TL uzattım 50kuruşum olmadığı için. Hiç sorun yoktu, herşey harikulade idi. Lakin aradan süre geçip giderken, yol müsait olduğu halde sevgili şoför amcanın vites kolunun hemen yanındaki göz kamaştıran madeni paralarla hiç ilgilenmemesi, bana 50kuruşumu vermeyeceğini hissettirdi, ve "abi, 2TL vermiştim" diyerek şoför amcaya hatırlattım. Ne de olsa öğrenciyim diyerek değil ama, ne de olsa "hakkım" diyerek! Aradan geçen zaman diliminden olsa gerek, "Herkesin para üstünü verdim" gibilerinden açıklama yapınca, çeşitli anı ve içeride bulunan hem şahit hem de yolcular yardımıyla neyse ki 50kuruşumu geri alabildim, fakat sevgili şoför amca tüm yol boyunca kendi kendine konuşup (sayıp) durdu." , bunu anlattığın kişi (muhtemelen çoktan gitmiş olacaktır fakat olasılıkları düşünelim) "ne kadar 'gereksiz' abi 50kuruş için değdi mi şimdi?" gibi açıklamalarda bulunacaktır. İşte bu, 'gereksiz' kelimesinin günümüzdeki yaygın kullanım şekli. Öte yandan en gerekli şeylerden birkaçı; "abi dün dizi nasıldı ya, o onun amcasına herşeyi anlattı, diğeri de yengesini ayarlamaya gitti, çok fenaydı oğlum ya", veya "saatim nasıl abi, dün aldım. Adam önce 50bin çekti, n'apıyorsun dedim, ne satıyorsun öyle falan, neyse 48bine kadar indirdim oğlum, feci kazıkladım adamı ahaha". Bunları yapmadan güne gözlerini kapatma, öyle 'gereksiz' şeylerle uğraşma.

Tuesday, April 16, 2013

Bir Yitip Gitmenin Hikayesi


bir yitip gitmenin hikayesiydi bu
aç, susuz, nefes bile almadan
karşıya geçmesi gerekiyordu
köşedeki gişeye gidip kadından
bir bilet ve
dayanabilmesi için biraz daha sevgi istedi
adamı hiç umursamadan bulmaca çözen kadın
bir anda başını kaldırıp adama baktı
tam da gözlerinin içine..
onları hiç ayırmadan bir bilet verdi adama
kadının gözlerinde bir anda
kıyıya vurmak üzere hazırlanmış
şeffaf dalgalar oluşmuştu
dalgalardan bir damla çekti aldı ve
akıttı gözünden çenesine doğru
kendisine de bir bilet aldı sonra kadın
dışarı çıkıp kilitledi gişenin kapısını
kapalı gişeydi artık
bir yanda beşiktaş vapuru
diğer yanda cennete uzanan merdiven
ortasında kudurmuş deniz
kadın, adamın elini tuttu
biletlerini kalp hizasındaki ceplerine koydular
vapura almadılar onları.. cennete de..
karşıya geçmeleri gerekiyordu
yaşamın karşısına...
dalgalar kabul etti biletleri
bir anne gibi sarılıp
gömdü koynuna onları
aç, susuz, nefes bile almadan
bir yitip gitmenin hikayesiydi bu

for the world now, seeing is believing, but
what If all of the things are only reflections...